0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

3. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

 

“Kasırga”

Yetim yanıma bir mum diktiler.

Beni, ben sönene dek yaktılar.

Fakat Tanrım, hiç sönmeyeceğimi nasıl bilemediler? Tutuşarak, etrafıma sıçrayarak yandım ama neden söndürmediler? Çok çığlık attım, çok yalvardım, neden duymadılar? Duymayı mı istemediler? Yoksa bir çocuk cinayetinden mi korktular? Çocuk da benim, cinayet de benim. Fakat onların korktuğu kadar korkmadım celladımdan.

Çünkü aslında her katil, daha çok korkar maktulünden…

 

2005

 

Çocukların cinsiyeti olmaz diyordu yetimhanede, çocukların saçlarını özenle tarayan Müzeyyen Teyze. Çocuklar sadece çocuktur, kimi zaman melektir.

Kanatlarımı kırdılar Müzeyyen Teyzeciğim, nasıl melek olacağım, diyemiyordu ona.

Gök gürültüsünden korkmamayı beceremediği için uyuyamıyor, öğle uykusuna yatmış oda arkadaşlarını izliyordu. Babaları yanlarında olmadıkları halde bu kadar çocuğun nasıl huzurlu olduğunu anlamasa da bu çocukları sevmeye başlamıştı.

Kafasını kaldırarak küçük camlardan dışarıya, gökyüzüne baktı. Ona göre bulutlar çok fazla siyahtı ve bunun yağmurun habercisi olduğunu ona babası öğretmişti.

Sırtını yatağının başlığına yaslayarak uyumak için gözlerini yumdu ama yağmur o kadar şiddetliydi ki, bunu başaramayarak tekrar gözlerini açtı. Teni soğuktu, kolay ısınmıyordu. Hasta olmakta hâlâ kararlıydı ama çok fazla üşümeye dayanamıyordu.

Gökyüzü bir kez daha gürlediğinde ellerini kulaklarına örttü. “Ama bu yağmur çok fazla...” Küçük ağzı titredi. “Neredesin babacığım? Beni bu yağmurda nasıl yalnız bırakabiliyorsun?”

Gözleri camdan dışarıya bakmayı sürdürürken tombul parmaklarıyla akmış birkaç damla gözyaşını sildi. Aslında az yağan yağmuru seviyordu ama gök gürlediğinde korkuyordu. Babası ona “Korktuğun şeyin üstüne gitmelisin,” derdi. Belki de bunu yapmalıydı.

Babasını memnun etme isteğiyle dolduğunda, bacaklarındaki yorganı ittirerek uzaklaştırdı ve dudaklarının kıvrılmasına izin vererek ayaklarını yere bastı. Sessiz olmalıydı, arkadaşlarını uyandırmaması gerekiyordu. Saçları belinden aşağıya dökülürken parmak uçlarında yürümeye başladı ve bunu yaparken kimseye yakalanmamaya çalıştı.

Yetimhanenin ona göre kocaman olan odasından dışarıya çıkarak çıplak ayakları üstünde, upuzun koridorda yürümeye başladı. Koridor sessizdi, Hüseyin amcası kulübesinde olabilirdi. Yetimhanenin kocaman kapısına geldiğinde kafasını arkaya yatırarak devasa kapıya baktı. Bir çocuğun açarken zorlanacağı türden bir kapıydı. İlk denemede başarısız olsa da ikinci denemesinde kapıyı açmayı başardı. Hiç beklemeden kendini dışarıya attı.

Yağmuru hissetti.

Kıkırdadı. Bu, babasını onu bıraktığından beri ilk kez sesli güldüğü andı ama hemen bunun için pişman oldu. Babası onu gülümserken görse kendisini özlemediğini düşünerek üzülürdü. Arka bahçeye yürürken titreyerek kollarını kendine sardı ve içeri girmemek için direndi. Çok soğuktu.

Arka bahçeye geldiğinde yetimhaneden uzaklaştı ve bu ona iyi hissettirdi. Çıplak ayakları çamurlu zeminde kirlenirken kafasını arkaya yatırarak sızlanan gökyüzüne baktı. Kollarını iki yana açtı. Yağmur, yüzünün her yanına iri damlalar halinde düşerek boynuna akmaya başladığında, ağırlaşan saçlarının uçları rüzgârdan yediği darbelerle beraber uçuştu. Gözyaşları, kasırgaya direnemeyen okyanus gibi taştı yanaklarına. “Baba yalvarırım, ne olursun gel artık!”

Titremesini durdurmayarak iki yana açtığı kollarıyla kendi etrafında dönmeye başladı. Yağmur şimdi daha dengesiz şekilde yüzünün ve bedeninin her yanına çarpıyordu. Dönmenin, hareket etmenin, bacaklarını kullanmanın, dans etmenin kendini mutlu hissettirdiğini ve bunun doğduğu andan beri kaderinde olduğunu biliyordu.

Dans etmek için yaratılmıştı.

Şimdi daha az ağlıyordu, dans onu her bakımdan iyileştiriyordu. Bir ayağının parmak uçlarında zarifçe yürüyerek belini kıvırdı ve kendi etrafında seri bir şekilde döndü. Saçları omuzlarına, yağmur göz kapaklarına çarptı. Bunu istiyordu. Hep dans etmek istiyordu, sanki bazen ayaklarını sabit tutmakta bile zorlanıyordu.

Parmak uçlarına batan küçük taş parçalarının acısıyla inlediğinde, kolaylıkla ve zarafetle kıvrılan bedenini kendi etrafında bir kez daha döndürerek saçlarının suratına tokat gibi çarpmasına neden oldu. Bayılana kadar, düşene kadar, hatta babası gelip onu buradan alana kadar hiç durmadan dans edebilirdi. Eğer o sesi duymasaydı.

“Safir Mila!” Yetimhanenin kırk beş yaşındaki kızıl müdiresi, gür bir sesle andı ismini. Kadının aksanına bazen gülümserdi Mila, ama şimdi değil.

“Çabuk buraya gel!”

Müdire, yetimhanenin iri kapısı önünde, elinde tuttuğu şemsiyesiyle ona bakıyordu. “Gelmeyeceğim,” dedi, annesinden aldığı aksanlı konuşmasıyla. “Dans edeceğim.”

Müdire Safir’in bu inadı ve garip davranışlarıyla ilk kez karşılaşmadığı için pek şaşırmadı. Ciddiyetini koruyarak kendi etrafında dönen çocuğa sertçe baktı. “Hasta olursan oyun odasına giremez ve arkadaşlarından ayrı yatarsın.” Çocuğun onu duymuyormuş gibi durmadan aynı hareketleri tekrarlaması karşısında sesini yükseltti. “Sana buraya gelmeni söyledim! Eğer hemen buraya gelmezsen seni gece olana kadar içeriye almayacağım.”

Safir Mila küçük bedenini, bir bulutun üzerinde yürür gibi süzdürmeye devam etti.  “Babam gelecek,” dedi kekeleyerek. “Babam gelene kadar dans edeceğim.”

Kadın küçük, kızın inatçı tavrı karşısında daha fazla üstelemedi, üstelik bu soğuk havada daha fazla durarak üşümek istemiyordu. Şemsiyesinin üstünde biriken suları silkerken omzunun üstünden kulübesinin camlarından kendilerini izleyen Bekçi Hüseyin’e döndü. “Bu kız bahçeden dışarıya çıkmayacak Hüseyin.” Adamın gözlerindeki karanlığı göremiyordu. “Ama içeriye de girmeyecek. Yeter bu kadar arsızlık ona! Dışarıda kalsın da aklı başına gelsin.”

Yağmur hızlandı, hava kasıp kavuracak kadar soğudu, kadın içeriye girdi ve Safir Mila dans etmeye devam etti. Babasının sevgisine, babasına duyduğu sevgiye inanıyordu. Kiliseye gittiği her seferde Tanrı’ya çok dua etmişti. Biliyordu, yeteri kadar isterse tüm duaları gerçekleşebilirdi.

Kız, kendi etrafında bir an yavaşlamadan dönerek kollarını tekrardan iki yana açtığında, bir çift göz tarafından izlenildiğini bilmiyordu. Şayet çocukluğu bir kâğıt olsaydı kâğıdın bir ucu çoktan alev almış olurdu ama bunu da kavrayacak bir akla sahip değildi henüz. Onu vuran kasırga şimdi daha şiddetliydi ve bir ağaca tutunmazsa o kasırga onu da alıp gidecekti. O da tutunabileceği en iyi şeye, babasının bir gün geri döneceği umuduna tutundu.

Babası hiç dönmedi.

Mila umut etmekten hiç vazgeçmedi.

Sonrasında kendi umutları tarafından öldürüldü.

 

2021

 

“Ertesi sabah revirde hem ağlıyor hem öksürüyordun,” dedi Gazel, bankın diğer ucuna oturmuş, elindeki simidi kemirirken. “O gün neden yağmurun altında o kadar kaldın ki? Uyanıp seni yatağında göremediğimizde çok korkmuştuk. Üstelik revirde hastayken bile sürekli babanı sayıklıyordun.”

Bahsettiği günü hatırlıyordum. Yağmur şiddetle yağıyordu, hava soğuktu ve anımsayabildiğim kadarıyla dışarıda kalmakta inat ederek hastalanmıştım. “Dans etmek istemiştim,” dedim sadece. “Kendime, bir şeyler yapabildiğimi kanıtlamak istiyordum. Hem sanıyordum ki, hasta olursam babam beni almaya gelir.”

“Seni kandırdıkları için o yetimhaneden de çalışanlarından da nefret ediyordum.”

Ürperdim. Çalışanları... Kafamı iki yana sallayarak ona döndüm. “Gözlüklerini çıkarsana, güneş yok.”

Dudaklarının tek bir çizgi halinde gerildiğini görmem bir yanılgı mıydı, emin olamadım. “Göz nezlesi olmuşum sanırım,” dedi ince sesiyle. “Sulanmasın diye takıyorum. Sen tüm bunları boş ver de bana o seçmeleri nasıl kazandığından bahset.”

Ah, seçmeler. Bale. Hazer Han... Evet, sevdiğim şeyler bunlardı. Yani, Hazer Han’dan öncekiler... Düşünceme gözlerimi devirdim. “Kendimi sadece müziğe bıraktım,” dedim, kızarmıştım. “Yeteneğim olduğunu biliyordum, parlayabileceğimi de biliyordum ve oraya çıkıp parladım...” Duraksadım. “Aslında diğer kızlara kıyasla çok eğitimsizdim ama bir şekilde beni seçti.”

Kıkır kıkır güldü. “Onu büyülemişsin.”

Dansımla herkesi büyülemek isterdim ama bunu duyunca utanmak kaçınılmaz oluyordu. “Eğitmen de böyle söylemişti.” Omuzlarımı silktim.

“Belli mi olur,” dedi hülyalı bir iç çekişle. “Bir gün beraber dans edersiniz, onun kollarında süzülürsün.”

Ben biriyle dans edemezdim, bedenim ve ruhum bu düşünceden bile korkuyordu. Bir adama dokunamazdım.

“Baksana,” dedi aniden, bir şeyi yeni hatırlamış gibi. “Senin için bir iş buldum galiba. Eminönü’nde bir sahaf var, geçen birkaç kitap aldığımda görmüştüm. Eleman aranıyormuş. İçeriye göz attım, sahibi kadın. Orada huzurlu olabilirsin, hem kitapları da seversin.”

Bir işe, yaşamak için de eve ihtiyacım vardı.  Yüzümü ona çevirerek gülümsedim. “Teşekkür ederim,” dedim, o sahip olduğum tek şeydi. “Bakacağım, üstelik ilk maaşımla sana istediğin bir şeyler alabilirim.”

Omuzlarını düşürdü. “Safir... Ben senden hiçbir şey istemiyorum. Maaşın sana lazım olacak. Kendine ev tutmalı, kıyafetler almalı, pointlerini değiştirmelisin. Sana yalvarırım kendine değer ver.”

Ama Gazel, değerimi o kadar hırpaladılar, üzerinde o kadar tepindiler ki bir değerim olduğundan bile habersiz kaldım.

“Yanında kalem var mı?”

“Çantamda olması lazım.”

Çantamın ön gözünden sözleşmeyi çıkardım ve iki sayfalık sözleşme maddelerine bir kez daha göz attım. Hepsi onayladığım, değiştirmek istemediğim maddelerdi.

İsmimin yazılı olduğu köşeye imzamı atarken, uzun bir süre boyunca Hazer Han ile çalışacak olmamızın gerginliğini yaşadım. Adam mesafeli ve soğuktu ama aynı zamanda kibardı da. Bakışları kurşun gibiydi ve bana her yoğunlaştığında sırtımdan soğuk terler akıtıyordum.

Fakat beni seçtiği için ona hep minnettar kalacaktım.

Gazel’le ayrıldığımızda çantamı omzuma asıp yola koyuldum. Üstümde siyah, sıradan bir pantolon vardı ve ceketimin içine siyah, düz tişört giyinmiştim. Sabahları AVM içlerindeki tuvaletlerde giyinirdim ama buna bir an önce çare bulmam gerektiğini biliyordum. Sokaklar çok tehlikeliydi ve birisi yaklaşacak olsa ne yaparım, Tanrı bilirdi.

Ceketimin cebine attığım telefonun titreşimi parmaklarıma çarptığında, bir an kaldırım üstünde durarak telefonu çıkardım ve ekrana baktım. Bir mesajdı ve sanki bildirim doğrudan kalbime düşmüştü.

Gönderen: Hazer Han Dalgakıran.

Yarım saat sonra attığım konuma ulaşmış olursanız sevinirim Safir Hanım.

Not: Şekerleme ister misiniz?

Düştüğü nota kaşlarımı çattım. Şekerlemeler... O gün onları bana vermişti ve ben anın şaşkınlığıyla onları avucumdan düşürmüştüm. Şimdi bunu imalı bir şekilde hatırlatarak beni utandırması…

Metrodan indiğimde yağmurun hafifçe atıştırdığını fark ettim. Adresi aramakla harcadığım vakitten sonra ayaklarım beni görkemli bir binanın önüne getirmişti. Bu kez farklı bir yerdi. Güzel Sanatlar Okulu’ydu. Bir hayli geniş ve temiz olan merdiven basamaklarını tırmanarak döner kapıdan geçtiğimde ferah bir mekânla karşılaştım. Etrafta az sayıda, benim yaşlarımda, eğitim aldığını tahmin ettiğim insanlar vardı ve gülümsüyorlardı.

Gülümsüyorlar.

Bu, onlar için sıradan bir eylem. Benim için değil.

Asansörle üst kata çıktığımda salonu bulmaya çalışmış ve en nihayetinde kapısı kapalı salonu bulmuştum. Elimi kapının koluna yerleştirdiğimde, Hazer Han’ın içeride olduğu gerçeğini sindirmeye çalışıyordum.

Gördüğüm ilk şey, o olmuştu. Geniş salonun penceresi önünde, sırtını kapıya dönmüş vaziyette duruyordu. Kollarını göğsünün üstünde bağlamış olduğu anlaşılıyordu. İyi giyimli bir iş adamıydı ama her daim gizemli hissettiriyordu.

İçeri girdiğimi anladığında yüzünü bana döndü.

Kadrajına girdiğimde, sanki parmak uçlarımda yürümekte zorlanıyormuş gibi kasıldım. Saçları, üstündeki kıyafetine yakışmayacak şekilde dağınıktı ve kravatı yine ceketinin ön cebindeydi. “Merhaba, Safir Mila.”

“Merhaba, Hazer Han Bey.”

Yüzünde mimik oynamadı. “İki ismimi kullanmanız şart değil.”

“İki ismimi kullanmanız şart değil.”

Keskin, dik bakışlar karşısında dudaklarımı birbirine bastırarak susmuş ama neticede demek istediğimi demiştim. Bakışlarımı kaçırdım, salonu süzdüm. Genişliği beni daha da küçülten bir salondu. Sahneye çıkan birkaç basamak vardı, sahnenin kırmızı halısı gözlerime çarpmıştı.

“Sahne sizin.”

Ürperti, omurgalarım boyunca tırmandığında, “Burada sadece ikimiz mi olacağız?” diye sordum kendime mâni olamayarak. “Profesyonel bir eğitmen benimle ilgilenmeyecek mi?”

“Beni yetersiz mi buluyorsunuz?”

“Yetersiz buluyorum.”

“Dans edin benimle.” Sesi oturaklı, kelimeleri aniydi. “Yetersiz olup olmadığıma o zaman karar verirsiniz.”

“Hayır.” Bir anda tepki vererek gerilediğimde gür kaşlarının çatıldığını fark ettim. Bakışlarımı etrafa kaçırarak sesimi alçalttım. “Yani... Bu konuda size inanıyorum. Zaten sizin için dans edeceğim, en iyi eğitimi almamı istersiniz.”

Aşırı tepki vererek kendimi açık ettiğimi hissettiğimde üzüntüyle iç geçirdim. Umarım benden umudunu kesmezdi. Sırtımdaki çantayı omuzlarımdan indirerek yere bıraktığımda, gözleri incecik omuzlarıma kaydı.

Uslu bir öğrenci edasıyla aramızda açtığımız mesafeden, onun arkasından yavaşça yürüdüm. Bir eli pantolonunun cebinde kendinden emin duruyordu. Bedenini siyah koltuğa bıraktığında ceketinin önündeki düğmeyi açtığını göz ucuyla fark ettim. Tedirgin şekilde önünden yürüyerek sahneyle olan mesafemi açtım ve birkaç ahşap basamağı tırmanarak sahnede yükseldim. Sahneye ayak bastığım ilk an deli gibi süzülmeyi istemiş olsam da kendimi durdurmayı başardım ve geniş sahnenin ortasına dek yürüdüm. Sırtım hâlâ ona dönüktü. Saçlarım ceketimin üstüne dökülmüştü. Hızlı soluklar eşliğinde sahneyi çevreleyen uzun duvarlara bakıyordum.

Ceketimi sıyırmak için çelimsiz parmaklarımı ceketin iki yakasına götürdüm. “Dans ederken daha cesursunuz,” dediğini duydum, ben ceketimi çıkartıp yere koymak için eğildiğimde. “Fakat çok tutuksunuz. Sizi izlememden rahatsız mı oluyorsunuz?”

Mesele onun beni izlemesi değil, herhangi biri tarafından izlenmekti. “Dans etmeyi istiyorsam bunların üstesinden gelmeliyim,” diye düşündüm. “Hayır, rahatsız olmamaya çalışıyorum.”

Tekrar doğrulduğumda bacaklarımın titremesini engellemek için zemine daha sağlam bastım. Ellerimin yardımıyla saçlarımı hızlıca toplarken, bu hazırlıkları sahne öncesi yapmadığım için kendime kızdım. “Müziği açmayacak mısınız?”

“Açayım mı?”

“Açarsanız sevinirim,” dedim.

“Sizi sevindirmeyi isterim.”

Göğsüm hızlıca devinirken klasik bir müziğin ilk notaları yükseldi ve salonun içine dağılarak kulaklarıma ulaştı. “Herhangi bir koreografiye bağımlı olmadan mı dans etmemi istiyorsunuz?”

“Ben sizi sahnede seçtim,” dedi aniden. “Bana sizi niye seçtiğimi göstermenizi istiyorum.”

Müziği duyduğum an ayaklarım benden bağımsız bir şekilde hareket etmeye başlamıştı. Gerçekten istediğinizde şarkıyı daha çok hissedebilirdiniz. Ben de öyle yaptım. Sadece müziğe odaklandım, bu müziğin yalnızca kendim için çaldığına inandım ve başımı sol omzuma doğru düşürdüm. Boynumun gerilişini hissederken, sol ayağımın üstünden sol tarafa doğru hafifçe kavislendim. Bunu yaparken kollarımı hiç kasmamaya özen göstererek aşağıdan yukarıya doğru kaldırdım. Her şey uyum içerisinde olmalıydı. Diğer ayağımı da sola doğru kaydırarak ayaklarım arasındaki mesafeyi kapattığımda, ayaklarımı, dolayısıyla ayakkabılarımın yanlarını birbirine sürterek dizlerimin hafifçe bükülmesini sağladım.

Dansın büyüsüne çoktan kapılmıştım.

Müziğin en yüksek perdeden çalındığını duyduğumda hızlanmam gerektiğinin bilinciyle parmak uçlarımı zorladım ve bir kolumu başımdan yukarıya kaldırdım. Hafifçe yan duruyordum, yüzüm sahnenin bakış açısındaydı ama göz kapaklarım gözlerimi örttüğü için dışarıyı göremiyordum.

Sahnenin bana yetecek kadar büyük olmasına güvenerek parmak uçlarımın acısına aldırmadan bedenimi ileriye doğru süzdüm. Müzik sert bir vuruş yaptığında başımı diğer omzuma doğru düşürerek kendi etrafımda bir kez daha döndüm. Kalçam geride, belim ve gövdem daha öndeydi ve dizlerim öne doğru bükülmüştü. Tenimin üstüne ateşten dikilmiş bir başka ten daha geçirmiş gibi sımsıcak hissediyordum. Müziğin ve dansın büyüsüyle ileriye doğru biraz daha süzülmek için bacaklarıma yön verdim ancak ben daha ne olduğunu anlayamadan sendeleyerek çığlık attım. Düşmek üzere kendimi hazırlayarak bedenimi serbest bıraktığımda, aşağıya doğru savrulan ellerim yabancı bir şeye dokundu.

Hazer Han’ın omuzlarıydı.

Tanrı, içime, beni yakmak için dikili mumlara sadece bir an üfleyerek bu yangını söndürdü sandım, başparmağım buz gibi çenesine çarparak omzuna indiğinde. Tanrı bir an bana acıdı sandım. Tanrı duamı kabul etti sandım ama bu yangının bitişi, başlayışıyla eş zamanlı olduğu için bu hisse güvenemeyerek gözlerimi açtım. Sahnenin ucundaydım. Hazer Han da sahnenin aşağısında ama sahnenin yakınında olduğu için bana yetişmeyi başarmış ve beni belimden yakalayarak düşmeme engel olmuştu.

Ürperip kaçar gibi geriye doğru sendeledim. “Affedersiniz,” dedim, elleri, ondan uzaklaşmamla beraber iki yana düştüğünde. “Tutmanıza hiç gerek yoktu.”

“Kayıtsız kalamazdım,” dediğini duydum kibarca. “Balerinimi korumalıyım.”

Parmaklarımı ovuştururken, “Teşekkür ederim,” diyerek nezaket göstermeyi başardım. Göz ucuyla yerdeki kot ceketime bakındım. “Sanırım takıldım.”

“Dans ederken gözlerinin kapalı olması ne kadar sağlıklı?”

Ayak uçlarımı izlemekten vazgeçmedim. “Ben... Gözlerimi yumduğumda kendimi dansa daha iyi veriyorum.”

“Ve takılıp düşüyorsunuz.”

“Dikkat edeceğim.” Suçumu kabul ettim. “Tekrarlamayacağım.”

“Neden bana bakmıyorsunuz?”

Ayakkabılarım epey eskimişti, acaba insanlar gördüklerinde evsiz bir kız olduğumu tahmin ediyorlar mıydı? “Size bakmam için bir sebep göremiyorum.”

“İnsanlar konuşurken göz teması kurar.”

“Temaslardan hoşlanmadığımı söylemiştim.”

Hayır, cevap vermedi. Kaskatı kesildiğimi konuşmamız bittiğinde fark ettim ve titreyen bacaklarım üzerinde sahnede ilerleyerek kot ceketime uzandım. Dansım bitmiş olmalıydı, fazladan aynı ortamda kalmamız da gerekmediğine göre gidebilirim diye düşünüyordum. Sahnenin basamaklarını inerken, Hazer Han’a bakmamaya özen göstererek saçlarımı bir arada tutan lastik tokaya uzandım ve saçlarımdan çekip çıkararak tutamların sırtıma dağılmasına izin verdim.

Koltuğa oturmuş olduğunu, gözlerimi hafifçe kaldırdığımda gördüm. Kollarımı ceketin üstünden kendime sararak yanından geçtim ve kapıya dek yürüdüm. Diken üstünde yürüyor gibi hissetmekten vazgeçemiyordum. Kırışmış bir kitap sayfası gibi rahatsızlık vericiydim adeta.  “Nereye gidiyorsun Safir Mila?”

“Buradayım.”

Yüzünü bana çevirme zahmetine bile girmeden sormuştu bu soruyu. Zaten uğruna zaman harcanacak tek şeyim, dansımdı. Çantamın yanına ilerleyip o kalabalığın içerisinde kırışmış olan sözleşmeyi buldum. Elimin tersiyle kırışıkları düzeltirken yanına yürüdüm ve aramızda bir kol mesafesi bırakarak durdum. “Okudum,” diyerek sözleşme kâğıtlarını ona uzattım. “Haklarımı sakınan bir sözleşme hazırladığınız için teşekkür ederim.”

“Ben adil bir adamım.”

Sözleşmeyi parmaklarının ucuyla kavrayarak havada bir kere çevirdikten sonra başını sol omzuna doğru düşürerek kâğıdı kısaca süzdü. “Güzel imza.”

“Teşekkürler.”

O, sözleşmeyi süzmeye devam ederken ben geniş salonu izledim. Neyse ki biraz sonra sandalyeyi ittirerek doğruldu. Geriye sıçrayarak mesafemizi korudum ve ondan başka her yere baktım. Yönünü bana dönmüştü, ona bakmıyor olsam da yüz yüze olduğumuzu biliyordum. “Bugünlük bu kadar mı?” diye sorma gereği duydum.

“Bugünlük bu kadar.”

Ayaklarım üzerinde sallandım. “Ben gideyim o zaman.”

“Siz gidin o zaman.”

Oyalanmadan arkamı dönerek daha rahatlamış halde çantamı bıraktığım yere doğru ilerledim. Ceketimin düğmelerini ilikleyerek ellerimi ceplerime sakladım. Hazer Han koltuğun arkasına bıraktığı paltosunu alarak üzerine geçirmişti. Düğmesini iliklerken bana karşı ilgisizdi. “Sizi bırakayım mı?”

“Teşekkür ederim, hiç gerek yok.”

Sırt çevirerek kapıyı araladım. Vay canına, bu ne ağır bir kapıydı böyle; bileğimi zorlamıştı. Bileğime bakarak dışarıya çıkmış ve birkaç adım atmıştım ki, “Bu ne kabalık!” dedi rahatsız bir ses tonuyla. Katlar çıktığımız o [A1] [ET2] duvarların arkasından seslenmesine rağmen çok yakınımdan duyuldu sesi. “Vedalaşmadan mı gideceksiniz?”

Yaptığımın ayıp olduğunu fark etmemiş, öğrenmiştim. Ben insanlarla konuşmaz, görüşmez ve dolayısıyla onlarla vedalaşmazdım ama demek ki bunu yapmam gerekiyordu. Sağ omzumun üstünden döndüm ona.

“Görüşmek üzere Hazer Han Bey.”

Bakışları yanaklarıma ve gözüme o kadar dikkatli bakıyordu ki, yüzümde çamur aramamak için elime sahip çıktım. Gözümü kırpıştırdım.

“Yüzümde bir şey mi var?”

“Çil...” dudağının köşesini ısırarak bakışlarını benden uzaklaştırdı. “Yüzünde çillerin var.”

Senin de.

Yanımdan geçip aramıza mesafe ekledi ve ağır adımlarla benden uzaklaşmaya başladı. Parmaklarımı götürüp yanağımdaki çillere dokundum. Belki o da ikimizin çilli olmasını garipsemişti.

Merdivenleri yavaşça inerek alt kata yöneldiğimde, Hazer Han’ın bir diğer katın merdivenlerini inerken gözlüklerini taktığını görmüştüm. Kimseyle temasa girmemeye dikkat ederek onun indiği kata indim ama o da ilk kata inerek gözden kaybolmuştu. Etraftaki gençlerin kahkahalarına imrenerek bakarken, ellerimle kollarımı sıktım. O kadar görünmezdim ki, insanlar bana çarpsa da çarpmamış gibi hissediyordu. Hayatın içinden değildim sanki.

Döner kapıdan geçtiğimde rüzgâr sert bir kuvvet uygulayarak birkaç tutam saçımı yüzüme doğru çarptı. Azıcık gülümseyerek saçlarımın yanağımı gıdıklamasına izin verdim ve o tutamlara müdahale etmedim. O saçlar görüş alanımı biraz kapadığında neredeyse düşecektim.

Kendime güldüm.

Gazel’in bahsettiği o sahafa gidecek, eğer beni alırsa orada çalışacaktım. Sokakta yaşayarak her an korkmaktan, tedirgin olmaktan çok yorulmuştum. Başıma beremi örterek yoluma devam ettim ve Kadıköy’den vapura binerek Eminönü’ne geçtim.

Vapurdan inerek adrese ulaştığımda kalbim, göğsümü dışarı fırlatmak ister gibi sert şekilde attı. İçeriye girdiğimde beni kitap ve kahve kokusu karşıladı. Lezzetli kokular eşliğinde içeri girdiğimde ilk fark ettiğim, buranın iki katlı, kütüphane tarzı hem yeni hem eski kitapların bulunduğu bir sahaf olduğuydu. Kapının girişinde, sol tarafta kalan merdivende birkaç kişi gördüm. Ahşap kokusunu almıştım. Loş, geniş, uzun duvarlı bir mekândı. Mesafeli raflar uzun ve dolu doluydu. Bir rafın önünde durarak başımı kitaplara eğdim ve bir kitabı öne çıkardım. Sonbaharı, yağmuru, huzuru hissettirmişti bana burası.

Kitabın sayfalarını kokladım.

Sessiz, saygın, her yaştan insanın bulunduğu bir ortamdı ve iki kız çalışan da nazik görünüyordu. Üst katı da gezerek birkaç raftaki şiir kitaplarına göz atarak şiirler okudum.

Sahaftan ayrılırken yarın iş başvurusu için buraya geleceğimi kendime hatırlattım ve Eminönü’nün tarihi caddelerinden sahile doğru yürüdüm. Kısa süren yürüyüşün ardından Boğaz’a bakan ama gözden uzak bir parka geçtim ve bir bankın üstüne oturdum. Bir çocuk ve annesinden başka kimsenin olmadığı ahşap bir parktı ve toprak yağmurla ıslanmış, kokuyordu. O kokuyu içime çekerek bacaklarımı karnıma çektim. Oturduğum yerde cenin pozisyonu alarak kollarımı bacaklarıma sardım. Bank hafif nemliydi ama çok dert etmedim, yağmur zararsızdı ve hep kendime hatırlattığım gibi Tanrı’nın bereketiydi. Hımm, bir süredir kiliseye gitmiyordum, sanırım yakın zamanda gitmem gerekiyordu.

Beremi saçlarıma iyice yerleştirerek yüzümü kucağıma gömdüm ve kendimi, şu an kimsenin bana zarar vermeyeceği yalanıyla kandırarak gözlerimi yumdum. Bugün de dışarıda kalacaktım, belki yine bir camiye sığınırdım. Ya da şu başvurumu yenilemeliydim: Kadın derneklerinin kimsesiz kadınlar için ayarladığı yerlerden birinde kalabilirdim belki. Kollarımı bacaklarıma daha sıkı sardım ve sakinliğin tadını çıkardım. Uyku ağırlığı çökmüştü üzerime. Her ne kadar direnmeye çalışsam da göz kapaklarım bana karşı daha fazla güç uyguluyorlardı sanki.

Burası bulut, diyerek kandırdım kendimi. Kimse erişemez bana. Burası bir bulut ve ben burada uyuyabilirim.

Burası bir bulut,

Evi gökyüzü olan, içli bir bulut.


BÖLÜM SONU.